7.12.2021

Bir Hayalin İzinde...

 

            Hava yavaş yavaş karardı. Gözyaşları aktı durmaksızın. Okkalı küfürler savruldu geceye. Sigaralar art arda yandı. Yapılan hatalar masaya yatırıldı. Şarap dozu arttı. Hiç gelmemiş olan sevgilinin gelemeyişinin verdiği acı kucakladı bizi. Sohbet, gecenin karanlığıyla doğru orantılı olarak koyulaştı. Açılan yavaş ritimli şarkılar usulca yerini hareketli parçalara bıraktı. Dans edildi. Küllük ağzına kadar doldu. Şarap şişesinin dibi göründü. Gözyaşları kurudu. Uyku, ipleri ele aldı. Gece sonlandı. Elimdeki kadehte şarabın son damlaları, kara kaplı defter ve ince uçlu kalemle baş başayım. Bütün gece bir heykelmişçesine köşeden olanları seyreden ben, artık bir Fikret Kızılok şarkısında usulca mırıldanarak karalayabilirim. Gecenin sonunda küçük bir kıvılcımla alevler içinde uykunun açtığı kapıdan emin adımlarla girebilirim. Düşler vardır gerçekten uzaklaştıran. Kapat gözlerini bir düşün hırçın dalgalı bir deniz, simsiyah bir gökyüzü… Ufukta bir tekne, elde yanan sigara. Yine düşmüş zihnimize hayaller. Zihinlerimizse bize oynadığı oyunlardan arınmış, uzlaşmış. Sakinliğin huzurunda dalga sesleri oluyor ezgimiz. Yalnızlığın paylaşılabildiğini kanıtlıyoruz tüm evrene. Usulca bakışlarımızı çevirdiğimizde gökyüzüne, geceyi aydınlatan yıldızları saymaya başlıyoruz. Yıldızları çift görünceye dek şarabın hazzında buluyoruz kendimizi. Sızıyoruz geceyle vedalaştıktan hemen sonra.


               

        Sabah esen rüzgâr tenimizi okşarken uyku sersemi göz göze geliyoruz. Bir rüyadayım diye geçiriyorum ben zihnimden. Sense pek hazır değilsin uykunu bölmeye. İstemeyerek kalkıyorsun uzandığın yerden. Sessizliğin huzuruna çıkıyoruz birlikte. Öylece kalakalıyoruz, ta ki çalan alarm bizi istemeyerek huzurundan sürgün edene dek sessizliğin. Şarap kızıllığındaki gökyüzü son bir armağan veriyor bize. Ayrılışımızı gözyaşlarıyla taçlandırıyor. Bir daha hiç görüşemeyecekmişçesine sarılıyoruz. Son kez vedalaşıyoruz son kez olduğundan habersiz. Son kez değiyor yıldızları parlaklığıyla kıskandıran gözlerine gözlerim. Belki de son kez zihnimden geçiyor kelimeler. Bilinmeyenin peşinde farklı yönlere doğru ilerliyoruz yollarımızın tekrar kesişeceğini umarak.

                İlerliyorum emin adımlarla uykunun pençesine doğru. Ben gidiyorum. Elveda.

7.06.2021

Huzursuzluğun Notları

 

Uyandım ve her uyandıktan sonra olduğu gibi nabzımı yokladım attığından emin olabilmek için. Hafifçe doğruldum, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen eve bir sessizlik hâkim. Sanırım uzun süredir hasretle beklediğim, yalnız yaşamanın getirdiği bu büyüleyici sessizliğe henüz alışamadım. En hızlısından bir kahve koydum. Bakışlarımı kitaplığa yönelttim. Gözlerimi kapattım ve rasgele bir kitap seçtim. Balkondaki rahatsız sandalyede içeceğim sigaraya eşlik edecek kitap Pessoa’dandı. “Huzursuzluğun Kitabı”.

Sayfa ikiyüzdoksanbir. “Kaç kez, ah, kaç kez, şu an olduğu gibi, var olmanın sıkıntısını, bilmediğim başka bir şeyin özlemini, tüm duyguların bende sonbahara dönerek, dışımdaki o bilinçte hüzünlü bir grilik içinde solduğunu hissettiğimi hissederek acı duymuşumdur- ve hissetmek, sadece hissetmek olduğu için bir kaygıya dönüşmüştür her seferinde. Peki, kim kurtaracak beni var olmaktan?”

Peki kim kurtaracak beni var olmaktan? İnsan varlığını reddederek hangi noktaya kadar yaşamaya devam edebilir? Yaşamaya devam etmeli midir? Peki bir insan yaşadığını her gün çektiği acıyla orantılı olarak hissediyorsa ve artık yaşadığını hissetmeyi kaldıramıyorsa? Kahve içilebilir sıcaklığa ulaşmış. Ağzımda tuttuğum sigarayı yakmak için daha uygun bir zaman olamaz. – Derin bir nefes- Yoldan geçen insanlar ne kadar mutlu. En azından öyle görünüyorlar. Maskelerini gururla taşıyorlar. En mutlu benim edasıyla salınarak yürüyorlar sokakta.



Sayfa üçyüzseksenbeş “Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.” Ürpermeden var olabilmek, insanların arasına karışıp, sanki omuzlarında tüm evrenin ağırlığı yokmuş gibi davranmak zor olsa gerek. Kolay olan bir şey var mı bu dünyada? Dünya diye bir olgu var mı ondan bile emin değilken, içine girmeye çalıştığım bu soru girdabı bir anda beni çorak bir araziyi andıran balkonuma doğru fırlatıyor. Sigaranın ucunda biriken kül rüzgârın ahengine teslim ediyor kendini. Bazen çok istiyorum kurumuş bir yaprak olmayı. Fütursuzca salınmayı gökyüzünde. Kaderimi rüzgârın valsine bırakmayı… Nafile.

Sayfa ikiyüzaltmışsekiz “Kendimi sorguluyorum, kendimi bilmiyorum. Yararlı tek bir iş yapmadım, sahip çıkabileceğim herhangi bir şey de yapmayacağım asla.” Bu cümleler aidiyetsizliğin buyruklarına boyun eğen bir insanın sözleri. Sahip çıkmak bağlanmak demektir, sahip olmak gibi. Bu buhranın ortasında kendisi yolunu bulamazken nasıl olur da aidiyet için çaba harcayabilir ki insan? Peki bu his çaba harcayarak elde edilebilir cinsten midir? Şu anda bu tahta sandalyede oturan ben miyim? Zihnim bir savaş alanı ve savaşı kazanmam ya da kaybetmem önemli olmaksızın ölen hep ben oluyorum.

Sayfa yetmiş “Bana gelince; bir ölü gördüğümde, ölümü bir gidiş anına benzetirim. Ceset ise üzerimizden çıkardığımız giysileri hatırlatır. İçimizden biri çekip gitmiş, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.” Bir sinek vızıldıyor durmadan. Evin içine girmeye çalışıyor önündeki çift katlı camı yok sayarak. Çabalıyor, içeriye asla giremeyeceğinin farkında değil. Sürekli geriliyor ve bir daha çarpışıyor bu camla. Yarım saat bu seremoniyi seyrediyorum. En sonunda bedeni kaldıramıyor bu çabayı. Öylece yığılıyor soğuk mermerin üzerine. Üç dakikadır kıpırdamıyor. Pes ediyor ve boylu boyunca uzandığı soğuk mermerin tadına varıyor. Uzanıyorum sineğin bedeninin yanına, boylu boyunca. Pes ediyorum. Önümdeki çift katlı camı aşamayacağımı kabulleniyorum. İçinizden birisi çekip gidiyor, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.

                Bu yazıyı koymamda çok emeği bulunan Buğra Kaya’ya saygılarımla…

6.30.2021

Temel Olarak Varoluşçuluk

 

    
    Varoluşçuluk diğer adı ile egzistansiyalizm, yirminci yüzyılın ortalarında Fransa’da ortaya çıkmıştır. Soren Kierkegaard ilk varoluşçu filozof olarak kabul edilir ancak varoluşçuluğun temelini Sokrates’e kadar dayandıranlar da vardır. Varoluşçuluk, 2. Dünya Savaşı ile bilinirliğini iyice artırmış, felsefenin yanında sanat, teoloji, psikoloji, resim ve edebiyat alanlarını da etkilemiştir. Varoluşçu felsefenin tanımlanmasında genel olarak kabul edilebilir tanımlar yoktur. Yarattığı terimlerin kabul gördüğü ilk önemli varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’dır. Varoluşçuluk evrensellik ve nesnelliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

      Varoluşçuluk, temel olarak varlığın özden önce geldiğini savunur. Bireyin kazandığı deneyimin, yaşadığı olayların ve bu deneyimlerin bireyselliğinin insanın doğasının temelini oluşturduğunu savunur. Varoluşçu felsefe insanın varlığının özünü varoluşlarında -yaptığı seçimler ve kazandığı deneyimlerde- açığa çıkartmaya ve bunu betimlemeye çalışır. Nesnelerin varoluş amacı, özü belirli iken insanın özü belirlenmemiştir. Yaşam sürecinde insan kendi özünü belirler.



        Varoluşçu filozofları en çok etkileyen faktör inanış biçimleridir. Bu filozofları teist ve ateist olarak sınıflandırabiliriz. Teist varoluşçuları Soren Kierkegaard, Karl Barth Karl Jaspers, Max Scheler, Maurice Blondel, Henri Bergson Gabriel Marcel olarak sıralayabiliriz. Ateist varoluşçular ise Nietzsche, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre, Albert Camus olarak belirtebiliriz.

                Varoluşçu filozoflar insana dair bireysel konuları ele alırlar. Bu konular bilinç dışılık, seçim, eylem, ahlak, tasarı, proje, kendini gerçekleştirme, başarısızlık, olanaklar, aşma, hiçlik, seçme özgürlüğü, kaygı, yabancılaşma ve iç sıkıntısı gibi sorunlardır. Özünde insanın yaşam deneyimini ortaya çıkarma çabasıdır. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği kaygılı, olumsuz ve çaresiz ortamda insanların sorunlarına çözüm bulabilmeyi amaçlamıştır. Varoluşçuluğun ilkeleri;

1-      Varoluş özden önce gelir

    Bu ilke neredeyse bütün varoluşçuların ortak paydada buluştuğu bir ilkedir. İnsan dünyaya öz benliği mevcut bir şekilde gelmez. Var olur ve özünü kendi yaptığı seçimlerle belirler. Bir masa üreteceğimizi düşünelim. İlk önce bu masayı hayal ederiz, daha sonra şeklini ve planlarını çizeriz, yani özünü var olmadan önce belirlemiş oluruz, ancak insan özü belirlenerek var olmaz.

2-      Sınırsız Özgürlük

    Her gün karşılaştığımız onlarca olay bizi seçim yapmaya iter. Yaptığımız her seçim bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Yaptığımız her seçim, aldığımız her özel karar özgürlüğünü bizim peşimizden sürükler. Özgürlük varoluşumuzun özüdür. Nitekim bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görme hakkımız vardır.

3-      Sorumluluk

    Sartre’a göre insanın sorumluluğu sağduyusuna bırakılırsa özgür olarak yaptığı seçimlerin daha da ötesine geçer. İnsan hem seçtiklerinin hem de seçmediklerinin sorumluluğunu taşır. Varoluş bir sorumluluktur.

4-      İç Sıkıntısı

    İnsan tanrısal öğretiye inanırsa işlediği günahların ağırlığı hiçlikten gelme düşüncesine sahip birisine göre daha çok bir iç üzgünlüğü, iç sıkıntısı verir. İnsan her seçim arifesinde bir iç sıkıntısına boğulur. Bunun sebebi seçeneklerin barındırdığı riskler ve sorumluluklardır. Bu seçimin doğasında vardır.

 

     Varoluşçulara göre “Ben kimim?” sorusunun cevabı, “Bizi biz yapan kararlarımızdır.” Olacaktır. Dini inanışlar insanın varoluşunun bir nesne ortaya çıkartır gibi sebebinin var olduğunu savunur. Nasıl bir kalem ihtiyaçtan doğarsa insanın da dünyaya geliş sebebinin önceden tanrı tarafından belirlenmiş olduğunu savunur. 18. Yüzyılın felsefi ateizminde tanrı kavramı bastırılmıştır, ancak özün varoluştan önce geldiği düşüncesi değil. Bu düşünce hep devam etmiştir. Bu akımı, diğer felsefi sistemlerden ayıran özellikler; bireyi her yönüyle birey olarak ele alması, onun bütün duygularını, içsel yaşantılarının tamamını ön plana çıkarmasıdır.

Varoluşçuluğun önde gelen eserleri;

Albert Camus- Düşüş, Yabancı, Mutlu Ölüm       

Jean Paul Sartre- Sözcükler, Edebiyat Nedir, Bulantı, Duvar

Soren Kierkegaard- Kahkaha Benden Yana, Korku ve Titreme

Friedrich Nietzsche- Böyle Buyurdu Zerdüşt, Güç İstenci, Deccal, Şen Bilim

12.14.2020

Peki Her Şey İçin Çok mu Geç?

     

    

    Zihni ile vermiş olduğu savaşa bir sigara molası verdi. Kendini üzerine bir hırka bile alamadan balkonda buldu. Hava soğuk ve bulutluydu. Tıpkı ruhu gibi. Bu tür havaların hep kendisini daha iyi yansıttığını düşündüğünden az da olsa aidiyet hissedebiliyordu. Ama o sert esen rüzgar dökülen yapraklarla birlikte düşüncelerini de etrafa savuruyordu. Odaklanamıyordu. Zihni ile olan savaşına odaklanmaktan artık haberlere bile göz atamaz olmuştu. Gerçekten bu kadar mı yoksundu toplum bilincinden? Sinirle sigarasından derin bir nefes çekti. Gökyüzündeki bulutların gecenin karanlığıyla dansına kısa bir süre daha şahit olduktan sonra
bir hışımla içeri girdi. İlk karşısına çıkan haber sitesine tıkladı. Yaklaşık bir düzine kadar köpeğin sırf para kazanma amacı güden insanlar tarafından küçük bir apartman dairesinde küçük kafeslerde çiftleştirildiğini okudu. Üstelik bu köpeklerden rahatsız olan komşular bulunduğu için köpeklerin ses tellerini kesmişlerdi. Göz bebekleri büyüdü. Sanki haberi değiştirince bütün bunları geri alabilecekmiş gibi hemen haberi değiştirmeye yeltendi. Bu sefer hayvanları hala bir eşya niteliğiyle yargılayan yüce(!) mahkemelere karşı yapılan bir eylem haberi çıktı karşısına. Biraz ekonomi bilgisi vardı. Bir aralar takip ediyordu. Ekonomi sayfasına biraz göz gezdirdikten sonra ağzı açık bir halde birkaç saniye duraksadı. Dolar ve Euro kurunun yanı sıra vatandaşlardan alınan vergiler gerçekten dudak uçuklatacak miktardaydı. Bütün bu haberlerin şokunu daha atlatamamışken bir anıt sayacı gördü. Ülkede bir yıl içerisinde eşleri veya sevgilileri tarafından öldürülen kadınların isimlerinin yer aldığı bir sayaç. “Bu durumda olamayız!” Diye bağırmak istiyordu. İçindeki taşmaya yüz tutmuş duygu selini bastırmakta güçlük çekiyordu. Sayfayı haber başlıklarını okuyarak yukarıya doğru sürükledi. Beyninden vurulmuşa dönmüştü. Alanı imara açabilmek için katledilen ormanları anlatan yazının hemen ardında Cuma namazı sonrası edilen yağmur duası yer alıyordu. Kendi elleriyle hırs ve çıkar uğruna katledilen ekosistemi dua ederek düzeltmeye çalışıyorlardı. Peki ya adalet? Milyonlarca işsiz, binlerce icra etmesi gereken meslek hakkında profesyonel bir şekilde eğitim alıp iş bekleyen insan ve eğitimini aldığı mesleğin istihdam azlığı yüzünden alakasız farklı sektörlerde çalışan yüzbinlerce kişi… Ne de olsa artık eğitimin bir önemi kalmamıştı. Tanıdığın varsa işin hazırdı. Yaşadığı ülke ne hale gelmişti? Nereden tutsa elinde kalıyordu.

                Bu okuduklarından sonra donakalmıştı saatin ne kadar hızlı geçtiğini hatta güneşin çoktan doğduğunu fark bile etmemişti. Uyumaya karar verdi. Yatağa uzandı dişlerini fırçaladıktan sonra. Okuduğu haberler zihnine kazınmıştı sanki uyuyamıyordu. “İki bira içsem uyumama yardımcı olur.” Diye düşündü. O gün sokağa çıkma kısıtlaması vardı. Saat beşe kadar marketler açık olacaktı. Birkaç markete girdi ama aldığı haberle yaşamış olduğu şok daha da büyümüştü. Alkol satışı yasaklanmıştı. Nasıl olur da özgürlükçü bir ülke alkol satışını yasaklayabilirdi? Aklı almıyordu bir türlü ama böyle düşünmemeliydi. Ondan çok daha kötü durumda olan insanları görüp şükretmeliydi.

                Sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Bu sinirin sebebi ne alkol almaya çalışırken yaşadığı problemdi ne hayvanlara edilen eziyet ne de kadına şiddet. Ekonomi hiç değildi. Bu sinirinin sebebi bunca zamandır olup bitenlere gözlerini kapatmış olmasıydı. Bu nasıl bir bencillikti? Kendini bu olanların hepsinden sorumlu tutuyordu. Zaten sorumluydu da. Sadece kendisi değil bu ülke topraklarında sesini çıkartmadan yaşamını devam ettiren herkes sorumluydu. Suçluyu bulmak ne yazık ki çözümü yanında getirmiyordu. Aklına Haluk Bilginer'in bir dizideki repliği geldi:

"Yarın bugün bir milli maç olur herkes her şeyi unutur." Peki her şey için gerçekten çok mu geçti?