7.06.2021

Huzursuzluğun Notları

 

Uyandım ve her uyandıktan sonra olduğu gibi nabzımı yokladım attığından emin olabilmek için. Hafifçe doğruldum, saat öğleni geçmiş olmasına rağmen eve bir sessizlik hâkim. Sanırım uzun süredir hasretle beklediğim, yalnız yaşamanın getirdiği bu büyüleyici sessizliğe henüz alışamadım. En hızlısından bir kahve koydum. Bakışlarımı kitaplığa yönelttim. Gözlerimi kapattım ve rasgele bir kitap seçtim. Balkondaki rahatsız sandalyede içeceğim sigaraya eşlik edecek kitap Pessoa’dandı. “Huzursuzluğun Kitabı”.

Sayfa ikiyüzdoksanbir. “Kaç kez, ah, kaç kez, şu an olduğu gibi, var olmanın sıkıntısını, bilmediğim başka bir şeyin özlemini, tüm duyguların bende sonbahara dönerek, dışımdaki o bilinçte hüzünlü bir grilik içinde solduğunu hissettiğimi hissederek acı duymuşumdur- ve hissetmek, sadece hissetmek olduğu için bir kaygıya dönüşmüştür her seferinde. Peki, kim kurtaracak beni var olmaktan?”

Peki kim kurtaracak beni var olmaktan? İnsan varlığını reddederek hangi noktaya kadar yaşamaya devam edebilir? Yaşamaya devam etmeli midir? Peki bir insan yaşadığını her gün çektiği acıyla orantılı olarak hissediyorsa ve artık yaşadığını hissetmeyi kaldıramıyorsa? Kahve içilebilir sıcaklığa ulaşmış. Ağzımda tuttuğum sigarayı yakmak için daha uygun bir zaman olamaz. – Derin bir nefes- Yoldan geçen insanlar ne kadar mutlu. En azından öyle görünüyorlar. Maskelerini gururla taşıyorlar. En mutlu benim edasıyla salınarak yürüyorlar sokakta.



Sayfa üçyüzseksenbeş “Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.” Ürpermeden var olabilmek, insanların arasına karışıp, sanki omuzlarında tüm evrenin ağırlığı yokmuş gibi davranmak zor olsa gerek. Kolay olan bir şey var mı bu dünyada? Dünya diye bir olgu var mı ondan bile emin değilken, içine girmeye çalıştığım bu soru girdabı bir anda beni çorak bir araziyi andıran balkonuma doğru fırlatıyor. Sigaranın ucunda biriken kül rüzgârın ahengine teslim ediyor kendini. Bazen çok istiyorum kurumuş bir yaprak olmayı. Fütursuzca salınmayı gökyüzünde. Kaderimi rüzgârın valsine bırakmayı… Nafile.

Sayfa ikiyüzaltmışsekiz “Kendimi sorguluyorum, kendimi bilmiyorum. Yararlı tek bir iş yapmadım, sahip çıkabileceğim herhangi bir şey de yapmayacağım asla.” Bu cümleler aidiyetsizliğin buyruklarına boyun eğen bir insanın sözleri. Sahip çıkmak bağlanmak demektir, sahip olmak gibi. Bu buhranın ortasında kendisi yolunu bulamazken nasıl olur da aidiyet için çaba harcayabilir ki insan? Peki bu his çaba harcayarak elde edilebilir cinsten midir? Şu anda bu tahta sandalyede oturan ben miyim? Zihnim bir savaş alanı ve savaşı kazanmam ya da kaybetmem önemli olmaksızın ölen hep ben oluyorum.

Sayfa yetmiş “Bana gelince; bir ölü gördüğümde, ölümü bir gidiş anına benzetirim. Ceset ise üzerimizden çıkardığımız giysileri hatırlatır. İçimizden biri çekip gitmiş, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.” Bir sinek vızıldıyor durmadan. Evin içine girmeye çalışıyor önündeki çift katlı camı yok sayarak. Çabalıyor, içeriye asla giremeyeceğinin farkında değil. Sürekli geriliyor ve bir daha çarpışıyor bu camla. Yarım saat bu seremoniyi seyrediyorum. En sonunda bedeni kaldıramıyor bu çabayı. Öylece yığılıyor soğuk mermerin üzerine. Üç dakikadır kıpırdamıyor. Pes ediyor ve boylu boyunca uzandığı soğuk mermerin tadına varıyor. Uzanıyorum sineğin bedeninin yanına, boylu boyunca. Pes ediyorum. Önümdeki çift katlı camı aşamayacağımı kabulleniyorum. İçinizden birisi çekip gidiyor, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.

                Bu yazıyı koymamda çok emeği bulunan Buğra Kaya’ya saygılarımla…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder